Çağımıza Hikâyeler

Bu bölümde, "http://www.academical.org" adresinden seçmeler yaptığım hikâyelere yer verdim. Seçmeler yaptığım bu hikâyeleri de "Çağımıza Hikâyeler" adı altında topladım. Bu adı verdim, çünkü alıntıladığım hikâyeler çağımız insanının iletişimsizlik sıkıntısı içinde birbirine söylemek isteyip de bir türlü söyleyemediklerinin bir özüymüş gibi geldi bana.

Ayrıca, alıntılanan söz, yazı vb.lerinin kaynağını vermenin fikir ciddiyeti olduğuna inanıyorum, yoksa anlattıklarımız eski tabirle kocakarı masalı olmaktan öteye gitmez.

Bununla birlikte hikâyeleri aldığım yerin kaynağını belirtiğim yer, bu hikâyelerin te'lif edildiği yer değil, bunu kesinlikle biliyorum. Çünkü, bu hikâyelerden bazıları bana "email" yoluyla daha önce gelmişti. Bunları gönderen dostuma kaynak sorduğumda: "Ne yazık ki ben de bilmiyorum, bana da forward ettiler." şeklinde bir cevap almıştım. Bu sebeple, alıntıladığım hikâyelerin gerçek sahibini, ait olduğu kitabı bilen varsa lütfen bildirsin.

Kaynak belirtme konusunda insanların, ama özelde Türk insanının çok kayıtsız kaldığını gözlemliyorum. Oysa belirtilen kaynak istenen bilgiye hemen ulaşabilme yanında, bilgilerin sağlam temellere oturtulmasında da büyük pay sahibi. Bilgi birikimimizi oluşturan taşları yerine oturturken bunu gözden uzak tutamayız.

Bu sebeple bu hikâyeleri topluca gördüğüm ve oradan seçme yaptığım "http://www.academical.org" adresini kaynak olarak gösterdim.

Aslında yapmak istediğim, insanların istediği bilgi kaynağına kolayca ulaşmasını sağlamak, kaynak ile okuyucu arasındaki kopukluğu gidermektir. Bu sebeple ille de kaynak diyorum.

Seçimini yaptığım hikâyeleri buraya "kopyala", "yapıştır" biçiminde aktarmadım. Daha rahat ve anlaşılır biçimde okunması için, imla ve noktalama eksiklerini de giderdim. Kimi yerlerde ise anlatım bozukluklarını düzelttim. Kimi zamansa âdeta, hikayeyi tekrar yazdım. Bunu özellikle belirtmek istiyorum.

Siz de buradakilere benzer hikâyeler yazıp gönderebilir ya da herhangi bir yerden alıntılamış olduğunuz hikâyeleri yollayabilirsiniz. Burada yayınlayabiliriz; fakat kaynak belirtmeyi unutmayın.

Sindirmemiz dileğiyle...



Yolumuzdaki Engeller               Osman Efendi              


Gerçek Sevgi                            Kovadaki Çatlak              


Milletçe Kötümser Miyiz?          Marangoz              


Üç Soru                                    Tahta Perdedeki Çivi     


Azim                                         İdarecilik Sanatı     


Beş Maymun                             Köpek ile Tavşan     


Tavşanın "Tilki Nasıl Yenir" Tezi     







Yolumuzdaki Engeller

Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak?

Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi, kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu, kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.

Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Kan ter içinde kaldı, ama sonunda kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Keseyi açtı. Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde:

"Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir." diyordu kral.

Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı:

Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır.

Başa Dön





Osman Efendi

Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır. İlaç alır geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder. Doktor çağrılır. Doktor muayene eder, ağrı kesiciler verir, gider. Lâkin Osman Efendi'nin baş ağrısı artarak sürer. Baş ağrısının yanı sıra gözleri de yaşarmaya başlar. Başka doktorlar çağrılır.

Osman Efendi, Uşak'ın ileri gelenlerindendir, ağrıyı kesene servet vaat eder. Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de bulamaz. Ev halkı birbirine girer, baş ağrısından geceleri uyuyamayan Osman Efendi'yi İstanbul'a götürmeye karar verirler.

İstanbul'da en iyi doktorlar seferber olur. Röntgenler, beyin tomografileri çekilir, testler yapılır. Görünüşe bakılırsa Osman Efendi turp gibidir. Oysa, dayanması gittikçe zorlaşan baş ağrısı ve dinmeyen gözyaşları, hayatı çekilmez hale getirmiştir. Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran Osman Efendi bu defa da apar topar yurtdışına götürülür.

O devirde Amerika değil İsviçre modadır, Zürih'e gidilir. Haftalarca hastanede kalınır, onlarca profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır.

Sonuç:

Osman Efendi'ye teşhis konamaz. Artık, yerinden kalkamayan Osman Efendi'ye ağrı kesici iğneler verilir, altmışlarını süren adamın ülkesine dönüp "dinlenmesi", daha doğrusu son günlerini "evinde" geçirmesi tavsiye edilir.

Osman Efendi bitkin, aile perişandır. "Kader" denir, Uşak'a dönülür. Osman Efendi, yayla evinde bir odaya yatırılır ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar.

Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye, Osman Efendi'nin eski berberi, Berber Mehmet çağrılır. Berber, yataktan kalkamayan Osman Efendi'yi tıraş ederken, adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler.

Berber Mehmet bir an düşünür.

-Beyim, der.

"Sakın, burnunuzda kıl dönmüş olmasın?" Bir bakar:

-Hah işte, der. "Kıl dönmüş."

Osman Efendi'nin şaşkın bakışlarına aldırmaksızın, çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker.

Ev halkı, Osman Efendi'nin köyü ayağa kaldıran çığlığıyla odaya koşar. Berber Mehmet, Osman Efendi'nin elinden zor alınır ve cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir.

Osman Efendi'nin kanayan burnuna pansumanlar yapılır, kolonyalar koklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır.

Ertesi sabah Osman Efendi aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanmıştır. Gözlerinin yaşarması geçmiştir. Baş ağrısından ise eser kalmamıştır. Dönen kılın sinire yürüyüp gittikçe uzayarak dayanılmaz ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder. Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir. Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet'i çağırtır ve ona bir servet bağışlar.

Bu Hikâyeden Çıkarılacak Sonuçlar:

1. Vergiden turizme, sosyal güvenlikten adalet reformuna kadar Berber Mehmet Efendilerin fikirleri var, dinlemek gerek.

2. Bazen büyük sorunların çok basit çözümleri olur.

3. Burnundan kıl aldırtmayanların başı çok ağrıyabilir.

Başa Dön





Gerçek Sevgi

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine:

"Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?"

Bakın göstereyim, demiş ermiş. Önce, sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken, tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da "derviş kaşıkları" denen bir metre boyundaki kaşıklar.

Ermiş,

-Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz, diye bir de şart koymuş.

-Peki, demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine:

-Şimdi, demiş ermiş. "Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe."

Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun" deyince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

-İşte, demiş ermiş. "Kim ki gerçek sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o, aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz. Ve şunu da unutmayın: Gerçek pazarında alan değil, veren kazançtadır daima."

Başa Dön





Milletçe Kötümser Miyiz? (Gerçek Hikaye)

Büyük gazetelerimizin birinde, yönetici semineri veren uzman, Türklerin dünyada en kötümser milletlerden biri olduğunu iddia etmiş.

Peşinden küçük bir test yapmış. Bitişik sözcüklerden oluşan aşağıdaki cümleyi birkaç saniyeliğine gösterip yöneticilerden okumalarını istemiş:

"THEGODISNOWHERE" Katılımcıların hepsi bu cümleyi:

"THE GOD IS NO WHERE" diye okumuş.

Yani, "Tanrı hiçbir yerde değildir." şeklinde.

Uzman, acı acı gülümsemiş:

"Tam beklediğim gibi." diye mırıldanmış.

Batı ülkelerindeki seminerlerde katılımcılar, bu cümleyi şöyle okurlarmış:

"THE GOD IS NOW HERE"

Yani: "Tanrı, şimdi burada."

Başa Dön





Marangoz

Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. İşvereni olan müteahhidine, çalıştığı konut yapım işinden ayrılma, eşi ve ailesi ile daha özgür bir hayat sürme tasarısından söz etti. Çekle aldığı, yüklü ücretini elbette özleyecekti. Emekli olmak ihtiyacındaydı, ne var ki.

Müteahhit, iyi işçisinin ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti. Marangoz kabul etti ve işe girişti, ne var ki gönlünün yaptığı işte olmadığını görmek pek kolaydı.

Baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne büyük talihsizlikti!

İşini bitirip de işveren, evi gözden geçirmek için geldiğinde, dış kapının anahtarını marangoza uzatarak: "Bu ev senin." dedi. "Sana benden hediye."

Marangoz şoka girdi. Ne kadar utanmıştı! Keşke, yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu böyle mi yapardı?

Bizim için de bu böyledir. Gün be gün kendi hayatımızı kurarız.

Çoğu zaman da, yaptığımız işe elimizden gelenden daha azını koyarız. Sonra da, şoka girerek, kendi kurduğumuz evde yaşayacağımızı anlarız.

Eğer tekrar yapabilsek, çok daha farklı yaparız. Ne var ki, geriye dönemeyiz.

Marangoz sizsiniz. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da bir duvar dikersiniz.

"Hayat, bir kendin yap tasarımıdır." demiş biri.

Bugün yaptığınız davranış ve seçimler, yarın yaşayacağınız evi kurar.

Öyle ise onu akıllıca kurun.

Başa Dön





Kovadaki Çatlak

Hindistan'da bir sucu, boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam olan kova her seferinde ırmaktan patronun evine ulaşan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını eve ulaştırabilirmiş.

Bu durum iki yıl boyunca her gün böyle devam etmiş. Sucu her seferinde patronunun evine sadece bir buçuk kova su götürebiliyormuş. Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine getiriyor olmaktan utanç duyuyormuş.

İki yılın sonunda bir gün, çatlak kova ırmağın kıyısında sucuya seslenmiş:

"Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum."

"Neden?" diye sormuş sucu. "Niye utanç duyuyorsun?"

Kova cevap vermiş:

"Çünkü iki yıldır çatlağımdan su sızdığı için taşıma görevimin sadece yarısını yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı sen bu kadar çalışmana rağmen, emeklerinin tam karşılığını alamıyorsun."

Sucu ise:

"Patronun evine dönerken, yolun kenarındaki çiçekleri fark etmeni istiyorum." demiş.

Gerçekten de tepeyi tırmanırken, çatlak kova patikanın bir yanında güneşin ısıttığı yabanî çiçekleri görmüş. Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve yine sucudan özür dilemiş. Sucu kovaya sormuş:

"Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu ve diğer kovanın bulunduğu tarafta, hiç çiçek olmadığını fark etmedin mi?"

Bunun sebebi benim senin kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki yıldır ben de bu güzel çiçekleri toplayıp onlarla patronumun sofrasını süsleyebildim. Sen böyle olmasaydın o, evinde bu güzellikleri yaşayamayacaktı."

Hepimizin kendimize özgü kusurları vardır.

Hepimiz aslında çatlak kovalarız.

Büyük planda hiçbir şey ziyan edilmez.

Kusurlarınızdan korkmayın, onları sahiplenin. Kusurlarınızda gerçek gücünüzü bulduğunuzu bilirseniz eğer, siz de güzelliklere vesile olabilirsiniz.

Başa Dön





Üç Soru

Bir zamanlar bir kralın aklına şöyle bir düşünce geldi:

"Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı, kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım."

Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığın dört bir yanına, kim kendisine her iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir mükafat vereceğini ilan etti.

Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar birbirinden tamamen farklı çıktı.

İlk soruya cevap olarak; kimileri her hareketin doğru vaktini bilmek için önceden günlerin, ayların, yılların yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak gerektiğini söylediler. Ancak böylece, dediler. Her şey tam zamanında yapılabilir.

Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar verilemeyeceğini, kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş olayları izleyerek en lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler.

Bu defa başka bilginler de kral neler olup bittiğine ne kadar dikkat ederse etsin, tek bir kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin imkansız olduğunu; kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler.

Fakat bu defa da başka bilginler:

"Bir konseyin önünde beklemesi imkansız bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir kişi anında karar verebilir." dediler. "Buna karar vermek içinse, neler olacağını önceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca sihirbazlardır. Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen, sihirbazlara danışmalıdır." dediler.

İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en fazla ihtiyaç duyduğu en gerekli kişiler bazılarına göre danışmanlar, bazılarına göre papazlar, bir kısmına göre hekimler, daha başka bir kısmına göre ise savaşçılardı.

Üçüncü soruya yani, "en önemli işin ne olduğu" konusuna gelince:

Bazıları, dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta ustalaşmak, daha başkaları da dinî ibadet dediler.

Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiçbirisini kabul etmeyip hiç kimseye de ödül vermedi. Ama hâlâ doğru cevapları aradığı için, bilgeliğiyle ünlü bir münzevîye danışmaya karar verdi.

Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, halktan kişiler dışında kimseyi yanına kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sade elbiseler giyerek kendisini halktan biri gibi göstermeye çalıştı ve yola düştü.

Münzevînin kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızlarını da geride bırakıp yola devam etti. Kral yaklaşırken münzevi, kovuğunun önüne çiçek tarhları kazıyordu. Kralı gördü, selamlayıp kazmaya devam etti. Münzevi, mecalsiz ve zayıf birisiydi, küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak çıkarıyor, soluk soluğa kalıyordu. Kral yanına gelip şöyle dedi:

"Ey bilge münzevi, size üç sorunun cevabını sormak için geldim:

Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla muhtaç olduğum, dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem gereken insanlar kimdir? En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim işler nelerdir?"

Münzevi, kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuçlarına tükürüp kazmaya devam etti.

Yoruldunuz, dedi kral. "Küreği bana verin de biraz dinlenin."

Münzevi, "Sağolun." diyerek küreği krala verip yere oturdu. Kral iki tarh kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine cevap vermedi ve ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ardından da şöyle dedi:

"Biraz da siz dinlenin; bir parça da ben çalışayım." Fakat kral, küreği ona vermeyip kazmaya devam etti. Bir saat geçti, bir saat daha... Güneş, ağaçların ardından batmaya başladı. Sonunda kral küreği toprağa saplayıp şöyle dedi:

"Ey bilge kişi, senin yanına sorularıma bir cevap bulmak için geldim. Eğer cevap vermeyeceksen, söyle de evime gideyim."

Münzevi, "Buraya koşarak birisi geliyor" dedi. "Bakalım kim?" Kral, arkasına döndüğünde bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızıyordu. Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve münzevi hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı.

Kral, yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve münzevînin havlusuyla sardı. En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince içecek bir şey istedi. Kral, dereden taze su getirip ona verdi. Bu arada akşam olmuş hava soğumuştu. Kral, münzevînin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı.

Kral, koşuşturmadan ve yapmış olduğu işlerden öylesine yorulmuştu ki eşiğe çöktü ve uyuyakaldı. Kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti. Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı. Kralın uyandığını ve kendisine baktığını gören adam:

"Beni affedin!" dedi, zayıf bir sesle.

Kral, "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki." dedi.

"Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum." dedi adam. "Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza münzevîyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusuya yattığım yerden çıkınca muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp yaraladılar. Onlardan kaçtım, fakat yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı sarmasaydınız kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise hayatımı kurtardınız. Eğer yaşarsam şimdiden sonra en sadık köleniz olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi emredeceğim. Affedin beni."

Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu. Onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi ayrıca, mallarını iade edeceğine de söz verdi. Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp münzevîyi aradı. Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap vermesini bir kez daha rica etmek istiyordu.

Münzevi dışarda, bir gün önce kazmış oldukları tarhlara çiçek tohumlarını ekiyordu. Kral ona yaklaştı ve şöyle dedi:

"Sorularıma cevap vermeniz için size son defa yalvarıyorum!"

Yorgun dizlerinin üstünde çömelmeye devam eden münzevi, gözlerini kaldırıp krala baktı ve "Cevabınızı aldınız." dedi.

"Nasıl aldım? Ne demek istiyorsunuz?" diye sordu kral.

"Anlayamıyorsunuz" diye cevapladı münzevi.

"Dün eğer benim dermansızlığıma acımayıp şu tarhları kazmasaydınız, gidecek ve şu adamın saldırısına uğrayacaktınız ve yanımda kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti; en önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana iyilik yapmaktı.

Daha sonra bu adam yanımıza koşarak geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti, çünkü onun yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı."

"Bundan sonra şu gerçeği unutmayın:

Tek önemli vakit vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir.

En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur, zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez.

Ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur."

Başa Dön





Tahta Perdedeki Çivi

Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş. "Arkadaşlarınla tartışıp kavga ettiğin her zaman, bu tahta perdeye bir çivi çak." demiş.

Genç, ilk günde tahta perdeye otuz yedi çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendini kontrol etmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış.

Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş. Gence:

"Bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden bir çivi sök." demiş.

Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki çakılan her çivi çıkarılmış. Babası ona:

"Aferin, iyi davrandın ama, bu tahta perdeye dikkatli bak. Artık çok delik var. Artık geçmişteki gibi güzel ve pürüzsüz olmayacak." demiş.

Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiğinde kötü kelimeler söylenir. Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır. Bir çiviyi bir arkadaşına batırıp çıkartabilirsin. Arkadaşına bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin, ama bu delik aynen kalacaktır (kapanmayacaktır).

İyi bir arkadaş ender bir mücevher gibidir. Seni güldürür, yüreklendirir. Sen ihtiyaç duyduğunda yardımcı olur, seni dinler, sana yüreğini açar." demiş.

Başa Dön





Azim

Japon çocuğun tek hayali çok ünlü bir karateci olmaktı, fakat ailesi buna izin vermezdi. Bir gün talihsiz bir kaza sonucu çocuk sol kolunu kaybetti.

Ailesi, çocuğun moralinin çok kötü olduğunu görünce ona bir karate hocası tuttu. Hoca, ilk dersinde çocuğa karşısındakini sağ koluyla tutup üstünden savurmayı gösterdi. Hatta ikinci, üçüncü ve sonraki bütün derslerde hep aynı hareketi yapıyorlardı.

Çocuk, bir gün hocasına: "Hocam ben çok sıkıldım, artık başka hareketlere geçsek." dedi. Hoca ise bunu kabul etmeyerek, dünyada bu işi en hızlı yapan kişi kendisi olmadıkça bitirmeyeceğini söyledi. Sonunda, çocuk o kadar hızlanmıştı ki, hocasını bile göz açıp kapayıncaya kadar yerden yere vuruyordu.

Bir gün hoca elinde bir kağıtla geldi, kağıtta çocuğun gençler karate şampiyonasına katılabileceği yazıyordu. Çocuk çok şaşırdı. Ertesi gün salonda ilk rakibinin karşısına çıkacakken heyecanla hocasına: "Hocam, bu iş nasıl olur? Ben sadece tek hareket biliyorum, kesin kaybederim." deyince hocası: "Sen sadece hareketi yap." cevabını verdi.

Çocuk ringe çıktı ve hareketiyle rakibini eledi. Hatta tek hareketle finale kadar çıktı. Finalde karşısında kendisinin iki katı olan bir rakibi vardı. Önce çok korktu ama gene bildiği hareketi yaparak son rakibini de yendi ve şampiyon oldu. Sevinçle hocasının yanına koştu ve sordu: "Hocam, nasıl olur anlamıyorum, sadece bir hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon oldum."

Hocası, çocuğa baktı ve dedi ki: "Senin yaptığın hareket karetedeki en zor hareketlerden biridir, ve bir tek savunması vardır. O da rakibin sol kolunu tutmak."

Başa Dön





İdarecilik Sanatı

Amerikalılara ait büyük imalat fabrikalarından birinin yönetim kurulu üyeleri kâr ve zarar hesaplarını incelerken, fabrika müdürünün aylığına takılmışlar ve bunu bir hayli indirmenin kabil olacağını düşünmüşler. İçlerinden iki kişinin seçilmesi, fabrika müdürü denen bu adamın neler yaptığının incelenmesi ve ondan sonra bu konuda karar verilmesi konusunda görüş birliğine varmışlar.

İki kişilik heyet bir sabah sessizce fabrikaya gitmiş ve fabrika müdürünün odasına girmiş. Gördükleri manzara şu olmuş:

Fabrika müdürü elinde kahve fincanı, ayakları masanın üstünde, etrafındakilere gülücükler saçmakla meşgul. Masanın üstünde ne bir dosya, ne bir kağıt... Hiç bir şey yok.

Bir müddet kendisi ile oradan buradan konuşan heyet azaları bu müddet zarfında müdürün hiç bir işle meşgul olmadığını ve yalnız bir kaç basit telefon konuşması yaptığını görmüşler. Heyet aldığı intibadan memnun İdare Meclisine, fabrika müdürü denen zatın yanında bulundukları üç küsür saat zarfında hemen hemen hiç bir şeyle meşgul olmadığını ve bu bakımdan böyle basit bir iş için verilen yıllık 100.000 dolardan en aşağı üçte iki nisbetinde bir tasarruf sağlanabileceğini söylemiş.

Tabi fabrika müdürü bu indirmeye razı olmamış, işten ayrılmış.Yeni maaşla çalışmayı kabul eden bir çok istekli arasında bir zat yeni fabrika müdürü tayin edilmiş.

Üç aydan sonra İdare Meclisine gelen imalat istatistiklerinde az, fakat dikkati çekecek kadar bir düşme başlamış. Fabrika müdürü yenidir, tabi bu kadar acemilik olur, demişler. Altıncı ayın sonunda istatistik eğrisi bir hayli düşmüş. Eski heyet azaları yeni fabrika müdürünü odasında ziyaret etmişler.

Adamcağız kan ter içinde, bir elinde telefon, öteki eli evrak imzalamakla meşgul, başıyla gelenlere oturmalarını işaret etmiş. Gelen giden o kadar çok ki adamla doğru dürüst konuşmaya bile imkan olmamış; fakat heyetin kanaati şu olmuş:

Böyle canla başla çalışan bir adam başta olduğu müddetçe işlerin düzelmemesi için hiçbir sebep yoktur, biraz daha bekleyelim. Sene sonu gelmiş, her zaman kâr eden fabrikanın bilançosu zararla kapanınca idare meclisi azaları birbirine girmişler ve işi yeniden incelemeğe başka bir heyeti memur etmişler.

Yeni heyet müdürün odasına değil, fabrikaya gitmiş ve iş başında bekleyen insanlar görmüş, sebebini sormuş, aldıkları cevap şu:

Husûsi bir döküme başlayacağız, fabrika müdürü ben gelmeden başlamayın, dedi. Biz de bekliyoruz, her halde elektrik atölyesinden bir türlü ayrılmaya vakti olmadı.

O sırada gözleri, yaşlı bir ustabaşıya ilişmiş. Adamı şöyle bir kenara çekmişler ve fabrikanın eskiye nazaran daha fena çalışmasının sebeplerini sormuşlar. Yaşlı ustabaşı içini boşaltmak ihtiyacını uzun zamandır hissetmiş olacak ki:

-Baylar, demiş. "Eski müdürümüz teferruatla uğraşmaz, ileriye ait planlar yapar, işi bize bırakır, biz de normal zamanlarda onu rahat bırakırdık. Ani, içinden çıkamayacağımız olağanüstü bir problemle karşılaştığımız zaman ancak ona başvururduk ve o zaman da bilirdik ki o bizim bu müşkülümüzü çözecek."

-O hakiki fabrika müdürü idi. Güler yüzlü idi, bizle şakalaşır, hepimiz için düşünürdü. Şimdiki müdür de çok dürüst, iyi niyet sahibi; hatta çok daha çalışkan bir adam. Fakat o hiçbirimize inanmıyor, her işin kendisi tarafından görülmesini istiyor. Yani o, bizim yerimize ustabaşılık yapıyor; tabi biz de amele çavuşu mertebesine düşüyoruz.

-Hadi buna da aldırmayalım, ama fabrika müdürlüğü boş kalıyor. Elinde piposu, ileriyi görmeğe çalışan, tedbir alan, düşünen adamın yerinde kimse yok.

Eski fabrika müdürünü tekrar oraya getirmek isteyen İdare Meclisi, bir senelik acı tecrübesinden sonra 100.000 yerine 150.000 dolarla onu ancak gelmeye razı etmiş.

İdarecilik güç bir sanattır. Öyle bir sanat ki eseri gözle görülmez ve ölçülmesi de ancak mukayeselerle ve senelerin tecrübeleriyle biraz kabil olabilir. Büyük liderler gibi onları da o müessesenin bîtaraf bir tarihçisi kıymetlendirebilir. Onun için, günlük takdir bekleyenlerden bu sanatın sanatçısı çıkmaz.

Başkaları için tavsiyede bulunmak, yeni bir yol teklif etmek, hatta karar vermek kolaydır. Güç olan, bunları yapmaktan kaçınmak, gururumuzu yenmek ve ancak ve ancak kendimiz için karar vermektir.

Başa Dön





Beş Maymun

Bir kafese beş maymun, kafesin ortasına da bir merdiven konur. Kafesin tepesine de iple muzlar asılır. Maymunlardan her biri merdivenleri çıkıp da muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerlerine soğuk su sıkılır. Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanır. Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanır.

Maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir maymun konur. Yeni gelen maymunun ilk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur; fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler.

Daha sonra eski maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir ve yeni maymun merdivene yaptığı ilk atakta dayak yer. Bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven kendisinden önce kafese konmuş olan maymundur.

Daha önce ıslatılmış olan maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin, en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur.

Son olarak, daha önce ıslatılmış olan maymunların dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir. Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde, artık hiçbiri merdivene yaklaşmamaktadır.

Neden mi?

Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gitmektedir.

İşte bu nokta, şirket politikalarının başladığı yerdir.

Başa Dön





Köpek ile Tavşan

İstanbul'da köpeği ile yaşayan bir genç, bir giriş katı kiralar. Dairenin önünde bir teras vardır. Yan dairede de ev sahibi yaşlı kadın ve oğlu oturmaktadır. İki dairenin teraslarından birbirine geçilebilmektedir.

Kiracı genç taşınırken ev sahibinin oğlu, kiracıya şöyle der:

"Köpeğinize ne olur dikkat edin, annemin tavşanına birşey yapmasın. Annem yaşlı, o hayvana da çok bağlandı, tavşana birşey olursa yaşayamaz. Tavşanın kafesi terasta duruyor, aman dikkat..." Kiracı da dikkat edeceğini söyler.

Gel zaman git zaman, köpek ve tavşanın birbirileri ile hiçbir sorunu olmaz, beyaz tavşan da iyice büyür. Tavşan bazen kafesinde duruyor, bazen de terasta dolaşıyordur.

Bir gece köpek, ağzında birşey ile sahibinin yanına gelir. Sahibi bir de bakar ki köpeğin ağzındaki şey ev sahibinin beyaz tavşanı, ama çamur içinde ve ölü!

Kiracı paniğe kapılır, ölü tavşanı alıp bir güzel yıkar, tüylerini saç kurutma makinası ile kurutup kabartır ve usulca yan terasa süzülüp tavşanı kafesine bırakır. Kiracı, suçun üzerine kalacağı korkusu ile köpeği alıp o gece annesine gider.

Bir hafta sonra döndüğünde ev sahibin oğlunu görür. Genç kederlidir. Kiracı tedirgin bir halde ne olduğunu sorar. Ev sahibinin oğlu cevap verir:

-Siz yoktunuz tabi, bilmiyorsunuz. Annem vefat etti.

Kiracı suçlulukla yutkunarak sorar:

-Başınız sağ olsun, nasıl vefat etti anneniz?

Ev sahibinin oğlu cevap verir:

-Tavşanı beslemeyi unutmuşuz, hayvancağız ölmüş. Annemle, tavşanı bahçeye gömdük. Ertesi sabah annem tavşanı hortlamış, kafesinde görünce kalbi dayanamadı zavallının.

Başa Dön





Tavşanın "Tilki Nasıl Yenir" Tezi

Bir tavşan önüne bir daktilo almış tak tuk tak tuk birşeyler yazıyor. Oradan geçen bir tilki :

-Hey tavşan ne yazıyorsun?

-Doktora tezimi yazıyorum.

-Ha öyle mi, çok güzel, ne hakkında?

-Tavşanların tilkileri nasıl yedikleri hakkında.

-Yok canım olur mu öyle şey, hiç tavşanlar tilki yer mi?

- Olur canım, gel istersen sana ispat edeyim.

Beraberce tavşanın yuvasına girerler biraz sonra tavşan tek başına çıkar ve yine daktilosunun başına geçer tak tuk birşeyler yazmaya devam eder.

Daha sonra oradan geçen bir kurt tavşanı görür.

-Hey tavşan ne yazıyorsun?

-Doktora tezimi.

-Ne hakkında ?

-Tavşanların kurtları yemesi hakkında.

-Yayınlamayı düşünmüyorsun herhalde, buna kim inanır?

-Doğru olmaz mı, gel istersen göstereyim.

Yine beraberce yuvaya girerler, tavşan biraz sonra tek başına dışarı çıkar.

Tavşanın yuvasının içi... Bir köşede tilkinin kemikleri, Bir köşede kurdun kemikleri... Diğer tarafta bir arslan kürdanla dişlerini temizliyor.

Sonuç ve Anafikir:

Doktora tezi yapmak için tezin önemi yoktur, konunun da önemi yoktur. Önemli olan tez danışmanındır.

Başa Dön